Gar ve Demiryolu Hatıraları – I

Mar 16th, 2024 | Filed under Ailem, Bence böyle, Hatıralar

Kondüktör Kara Celal

Yalnız olarak ailemden ve evden ilk ayrılışım 8 yaşında olmuştu. Okuduğum ilkokuldaki yavrukurt ocağı ile Manisa’ya kampa gitmiştik. İstanbul’dan bir çok ilkokulun yavrukurtları vardı. Okuldaki başkurdumuz başımızdaydı. Sınıfımdan olmasa da okuldan tanıdığım arkadaşlar vardı. 10 gün kamp yaptık, 10 gün evden ve ailemden ayrı kaldım. Bu süreçte en çok, evde sürtüşmekten zevk aldığım kardeşimi özlüyordum. O gün benden küçük tek kardeşim vardı. Kampta belimdeki çakımla ona çam ağacının kabuğundan şekiller oyuyor, kahvaltıda verilen minicik paketli reçelleri yemeyip ona götürmek için topluyordum. O yıllarda ilkokul giden çocukların -hele ki izci ise- çakı kullanması korkulacak bir şey değildi. Yazsam bunların hepsi başka başka yazıların konuları, lakin yazar mıyım bilmem.

Tanıdığım hiç kimse olmadan evden ilk ayrılışım ise 12 yaşında oldu. Ankara’ya, Türk Hava Kurumu’nun model uçak kursuna gitmiştim. Ankara’ya kadar annem götürdü bıraktı, 8 gün sonra kurs bitiminde yine annem o gün 2 yaşında olan ikinci küçük kardeşimle geldi beni almaya. Annem benim hayallerimin peşinden koşuyordu ve benim bu sırada annemin karaciğerinde kocaman ve ölümcül bir ur taşıdığından haberim yoktu. Yazsam bunlar da başka yazıların konuları, lakin yazar mıyım bilmem.

Konuyu fazla dallandırmadan öze dönmeye çalışırsam, aslında evden ve ailemden ayrı kalmaya küçük alıştırmalarla da olsa yabancı değildim, bu bir kenarda dursun.


Diğer yandan Haydarpaşa Garına da yabancı değildim. Ta küçük yaşlarımdan beri annem bazı hafta sonları ablamı kardeşimi ve beni alır, anneannemin Suadiye’deki evine götürürdü. Cumartesi günleri yarım gün çalışan babam da işten çıkınca oraya gelirdi. Annemle Şehremin’den Suadiye’ye giderken, önce otobüsle Eminönü’ne gider, eski Galata Köprüsü üzerinden koşar adımlarla Karaköy’e ve Karaköy’den vapurla Haydarpaşa’ya geçerdik. Bazen eski Amerikan arabalarından dolmuşlarla doğrudan Karaköy’e giderdik ki o dolmuşlar çok başka yazıların konusu. Yolculukta küçük çocuk olan ben annemin pardesüsünün eteğini tutardım. Annem ise bebek olan kardeşimi, çantasını ve anneanneme götürdüğü içi dolu tencereyi falan taşırdı. Vapurdan inince nispeten büyük çocuk olan 7-8 yaşlarındaki ablam önden koşup banliyö trenine bilet alırdı. Evden çıkıp da trene binene kadar bir koşturmaca ve telaş olurdu, sonrası trenin sesiyle ve sallantısıyla senkronize olmuş zikreden bir dervişinki gibi bir huzur… Suadiye’de indikten sonra kestirme olsun diye istasyonun arka tarafından çıkar, rayları geçer, mis kokulu çiçeklerle dolu bahçeleri olan konakların ve 3-4 katlı apartmanların arasından keyifle anneannemin oturduğu apartmana yürürdük. Haydarpaşa’ya vardığımızda bazen banliyö treninin kalkmasına biraz vakit olurdu. Annem kucağında kardeşimle bir bankta otururdu, ablam beni garda gezdirirdi. Garın Kadıköy’e bakan tarafındaki çeşmeden su içmeye giderdik. Boyum yetmediği için ablam çeşmeye kaldırırdı, ben su içerdim, susamamış olsam da rutinimiz bu şekildeydi. Farklı trenlerin bilet gişeleri farklı yerlerdeydi, o gişeleri dolaşırdık. Garın denize bakan meşhur merdivenlerinden öteye geçmeye iznimiz yoktu, merdivenlere çıkan kapılara kadar gider, oradan denize bakardık. Gelen giden insanları seyrederdik. O yıllarda iki küçük çocuğun böyle dolaşması korkulacak bir şey değildi. Bu paragrafta anlattıklarımın da hepsi ayrı yazıların konuları olabilir, yazar mıyım bilmem. Böyle uzun anlattım lakin aslında bu uzun paragrafın da amacı, Haydarpaşa Garı’na da yabancı olmadığımı söylemekti.


Evet, uzun lafın kısası hem evden ayrı kalmaya ta küçük yaşlardan antremanlıydım, hem de Haydarpaşa Garı oyun alanım gibi tanıdıktı. Lakin 17 yaşına geldiğimde işler biraz değişti. 17 yaşına geldiğimde, o zaman kendimi koca delikanlı zanneden bir çocuk olarak, üniversitede okumak üzere evden ayrıldım. Koca delikanlı olarak çıkıp da Sakarya’ya gitmek, 8 yaşındaki çocuğun Manisa’ya gitmesinden veya 12 yaşındaki çocuğun Ankara’ya gitmesinden daha zordu. Çünkü o çocuklar 8-10 gün sonra evine dönecekti ama delikanlının artık Sakarya’da ayrı bir evi daha vardı, 21 yaşına kadar orada kalacaktı ve 21’inden sonra ne olur bilinmezdi. Gurbette okuyan her öğrenci gibi bütçemi düşünmem gerektiğinden, İstanbul’a geliş gidişlerimi tren ile yapıyordum. Trenin öğrenci bileti ücreti, otobüs ücretinin üçte biri kadardı. Ancak Haydarpaşa’ya gidişim çocukken annemle yaptığımız gibi Şehremin’den Karaköy’e, oradan vapurla Haydarpaşa’ya olmuyordu. Bu yol daha konforlu ve daha zevkli olsa da, iki vasıta gerektirdiğinden hem daha uzun sürüyor, hem de daha pahalı oluyordu. Bunun yerine Topkapı’dan Kadıköy otobüsüne biniyor ve Çayırbaşı’nda inip gara doğru koşmaya başlıyordum. O zaman inşaat halinde olan Haydarpaşa Camii’nin karşısında telleri aşıp kısa yoldan gara giriyor ve bilet alıp trene atıyordum kendimi. O zamanlar trene binerken bir bilet kontrol noktası falan yoktu, trene herkes binebiliyordu ve kondüktörler tren içinde gezip biletleri kontrol ediyor, ellerindeki zımba ile kontrol ettikleri bileti deliyorlardı. Otobüsten inip kendimi trene atana kadar devam eden koşum sonrası, trene bindiğimde saçlarımın dipleri yanıyor, kulaklarım zonkluyor ve her tarafımdan ter fışkırıyordu. Bu her hafta böyle oluyordu, çünkü Pazar gecesi evden son treni hedefleyip çıkıyordum ve evde 5 dakika daha fazla geçirmek için hep son dakikaya bırakıyordum çıkışımı. Koşma faslı daha evden çıkınca başlıyordu, Topkapı’ya kadar koşup, Kadıköy otobüsüne biniyordum. Artık Haydarpaşa benim için annemle deniz tarafındaki heybetli merdivenlerinden girip, huzurla Suadiye’ye gittiğim yer değil, ters tarafta tellerin üstünden girip, Suadiye’ye kadar kulaklarımdaki zonklamanın durmadığı bir yerdi.

Bir gün yine bu şekilde ucu ucuna yetişmeyi planladığım treni, ucu ucuna kaçıracağımı anladım. Ben ters taraftan gara girip bilet almak için peronlar tarafından gişeye doğru koşmaya başladığımda, 6. yoldaki Adapazarı ekspresinin kondüktörü kalkış için düdüğünü çalmaya başlamıştı. Bileti alıp trene yetişmem imkansız gibiydi. Koşumu biraz yavaşlatıp, el sallayıp zıplayarak iki yol ve iki peron diğer taraftaki kondüktöre seslendim, “abi 2 dk bekle, bilet alıp geleceğim!”, ellili yaşlarının ortalarında görünen, eski bir pehlivanı andıran iri yarı ve heybetli kondüktör, sert bir ses ve çatık bir kaşla “koca treni bekletemem, bileti boşver hemen gel” dedi. Bilet almadan trene binmemin nasıl bir sonucu olacağını bilmiyordum ama 2 metreye yakın boyu, kırlaşmış saçları, pala bıyık diyebileceğimiz bıyıkları, üniforması ve düdüğü ile peronun hakimi o gibiydi, kendisi gel deyince cezalı ücret de yazmazdı herhalde, bileti boşverdim, Yeniyol 1 ve Yeniyol 2‘yi raylar üzerinden geçip trene geldim. Ben son rayların üzerinden trenin olduğu perona sıçrarken bir düdük daha çaldı ve tren hareket etti. Tren hareketlenmişken ben de en yakın kapıdan trene bindim, son tren olduğundan geneli boş olan trende kendimce uygun bir yere oturdum, kalp atışlarımın normale dönmesini beklemeye başladım. Tren nispeten yakın duruşlar olan, Söğütlüçeşme, Erenköy ve Bostancı’yı geçtikten sonra kaşlarının kenarı, kartal kanadının uçları gibi havaya doğru kalkmış o kondüktör bilet kontrolü için bizim vagona geldi. O zamanlar Adapazarı ekspresinde sağda ve solda üçer kişinin sığabildiği yekpare numarasız koltuklar oluyordu ve bir taraftaki koltuklar kendi içinde sırt sırta verdiğinden, oturduğunda karşındaki üç kişinin yüzüne bakıyordun. Kondüktör de bilet kontrollerini yapıp benim yanıma geldiğinde karşımdaki koltuğın köşesine ilişti ve doğrudan sordu, “söyle bakalım neden koşuyorsun öyle?”. Bence çok saçma bir soruydu, saçma sorunun saçma cevabı olur, “trene yetişmek için” dedim. “Onu biliyoruz” dedi ve “seni her Pazar akşamı böyle deli gibi koşup trene atlarken görüyorum, kaç haftadır evden 10 dakika erken çıkmayı öğrenemedin mi?” diye sordu. “Ben trene bindikten sonra tren iki dakika hareket etmeden beklese, neden evde 2 dakika daha kalmadım ki diye hayıflanıyorum” diye cevapladım. “Ne var evde öyle ki böyle deli danalar gibi koşuyorsun 2 dakika için?” diye sormaya devam etti, “Annem var, babam var, kardeşlerim var” diye cevapladım. “Annemin yüzünü 5 dakika daha fazla görmek için 5 kilometre koşmaya razıyım” diye ekledim. [Bugün annemin yüzünü 5 dakika görmek için çatlayana kadar koşmaya razıyım, ama görme ihtimalim yok, o ayrı]. Bir şey söyleyecek gibi oldu, dudaklarını dişlerinin arasına kıvırıp vazgeçti, tekrar bir şey söyleyecek oldu, dilini dişleriyle dudakları arasında dolandırıp sustu. Kısa bir nefes alıp kafasını başka tarafa çevirdi, orada bir saniye durup, aldığı nefesi geri vererek tekrar bana çevirdi; “Sen ana kuzusu musun?” diye sordu, daha sorarken de sorduğu soruya pişman olduğu belliydi. “Her evlat anasının kuzusudur” dedim. Bugün olsa daha güzel cevaplar verirdim lakin 17 yaşında ancak öyle söyleyebildim. “Madem öyle, hem kalmak isteyip hem neden koşarak uzaklaşıyorsun?” dedi. Felsefi tarafı olan bir soruydu, bugün bu sorusuna karşılık belki kitap yazabilirim, çünkü geçen 48 senelik hayatımda kalbimi geride bırakıp da koşarak uzaklaştığım nice zamanlar oldu. Lakin o zaman bu tecrübeye sahip değildim, cevabımı, şimdiki yaşımın gerektirdiği gibi geride kalanlara bakarak değil de, her genç gibi ileride olana bakarak verdim: “çünkü Sakarya’da ideallerim var, hayallerim var” dedim. [ideallerim ve hayallerim mühendis olmak falan değildi, akademisyenlik ise o yıllarda aklımın ucundan bile geçmiyordu, ama hayallerimin rotası Sakarya’dan, üniversiteden geçiyordu, bu da bambaşka bir yazının konusu, yazılır mi bilinmez]. Durdu biraz, kalın kaşları yukarı aşağı oynadı, pala bıyıklarının hareketinden dudaklarını kenarı doğru büzüp düzelttiği belli oldu, içinden kendi kendine konuşuyordu belli ki, ama bir süre bana bir şey söylemedi. Belki de ilk “ana kuzusu” çıkışındaki gibi istemediği anlama gelecek bir şey kaçırmaktan korktuğu için konuşmadan önce daha çok tartıyordu. Arada kafasını sallıyor, bana bakıyor, yine bakışlarını kaçırıyordu. 25-30 saniye böyle geçtikten sonra “Demek anneni 5 dakika fazla görmek için 5 km koşarsın ha?” dedi ama bu bir soru değildi, içinde kendi kendine konuşurken bu kısmı sesli söylemişti. Ben de gazi dedemin 8 sene savaştıktan sonraki koşusunu hatırladım ama soru olarak görmediğim için cevap vermedim. Sonra üniformasının göğüs cebinden bir bilet koçanı ve kalem çıkarıp bana bir bilet kesti, makbuz şeklindeki bilete normal öğrenci ücretini yazdı, koçandan ayırıp bana verdi, ama para almadı. “Bundan sonra trene yetişemeyecek gibi olursan, gişeye koşmaya uğraşma, bilet almadan bin. Benden başka bir kondüktör gelirse de ‘ben Kara Celal’in yeğeniyim, geciktiğim için biletsiz bindim, cezalı değil, normal bilet ücreti yazın’ diye söyle” dedi. Ben kendimce koca delikanlıydım ama başımı okşayıp kalktı gitti yanımdan. Kocaman bir adamın içindeki anne sevgisine dokununca, adı 50-60 senedir Celal olanın, nasıl Cemil olduğunu, sıfatının nasıl “kara”dan “müşfik” e dönüştüğünü gördüm orada…

. . .   d e v a m   e d e c e k

Etiketler:

Yazma ihtiyacı ve küçük bir geri dönüş…

Mar 16th, 2024 | Filed under Bence böyle

Farkettim ki epeydir mektup yazmıyorum, muhabbetini sevdiğim insanlara uzun mailler yazmıyorum, günlük yazmıyorum, içimden gelenleri yazıp paylaşmıyorum. Kendi kendime yazıp gönderdiklerim var ama onlar da kısaltmalar şeklinde, yazmanın zevkini veren şeyler değil, sanki kendi kendime not almak gibi. Mesleki okumalarım ihtiyaç olan okumaların, mesleki yazmalarım ihtiyaç olan yazmaların önüne geçti. Oysa öyle olmamalıydı…

2011 sonlarına kadar burada, kendime ait mekanda, kendi kendime bir şeyler yazıp paylaşıyordum. Sonra bu paylaşımlarım Facebook platformuna kaydı, ondan bir kaç sene sonra twitter’a… Uzun yazılar önce twitterda 150 karakterlik özetlere dönüştü, sonra onlar da kayboldu gitti.

Yazma konusunda iddialı değilim elbette, ben bir mühendisim, sayısalcıyım, teknik adamım. Edebiyatı okuma tarafında sevsem de icraat tarafında şaşıyım biraz. Bu yüzden teknik yazılar haricinde iddialı olmam da beklenemez. Ama nasıl şarkı söyleme konusunda iddialı olmayı geçin, hiç yeteneği olmasa da bir çok insan neşelendiğinde kendi kendine bir şeyler mırıldanır, hüzünlendiğinde bir şeyler mırıldanır ya, benimki de onun gibi, kendi kendime mırıldanmalar. Bir ihtiyaç…

Bu ihtiyacımı nasıl hatırladım peki? Öncelikle babamın vefatından sonra babamın önemli günlerde giydiği ceketinin cebinden 2006 senesinde kendisine yazdığım birkaç mektup çıktı. O mektuplarda kendi ifademde gördüğümi samimiyet, zaman içinde neleri kaybettiğimi gösterdi. Sonrasında eşyaları toparlarken eskiden yazdıklarım çıktı karşıma ve kullanılmayan kabiliyetlerin nasıl köreldiğine şahit oldum. Artık mektup yazanım kalmadı, akıllı telefonlar ve hızlı mesajlaşmalar yaygınlaşalı beri muhabbet eden mailler de kalmadı. Bunlar kafamda dolaşıyordu son bir aydır.

Sonra Sakarya’da çarşıya indiğim bir gün, tren garından geçerken, aklıma 99 depremini takip eden haftalarda ablamla beraber tren garında yaşadıklarımız geldi. Burnumun direği titredi. Bunları yazsam diye düşündüm fakat sonra vazgeçtim, çünkü içinde doğru ifade edemeyeceğim çok şey vardı. Lakin kafamda tren garı ve demiryolu konusuna girdiğimde, kendimi bildiğimden bugüne, yazılabilecek yüzlerce hatıraya sahip olduğumu farkettim. Demiryollarının, demiryolcuların ve garların hayatımda çok başka bir yeri var. Bu yazma ihtiyacı nöbetini atlatana kadar birkaç tane demiryolu ve gar hikayesi yazsam dedim. Yazmaya geri döndüm demesem de, bir krizi atlatana kadar, buraya bir kaç yazı yazıp rahatlayabilirim… Birkaç yazı kendi kendime mırıldanabilirim. Bunları ilk demiryolu yazımın başına yazıyordum ama baktım ki fazla uzatıp yazıya ulaşmayı engelliyorum, ayrı bir başlık yapıverdim :)

Etiketler:

Üç’ten Bir’e Giden Yol

Oca 8th, 2020 | Filed under Bence böyle, Mecaz, Şiir
Üç’ten Bir’e Giden Yol için yorumlar kapalı
Bir hikaye yazdım bilmeden,
Üç kişi vardı, üçü de ben.
Bir ben yoktum sadece…

 

Çamura battım istemeden,
Üç kişi taşıdım, üçü de ben.
Yalnız bana bulaştı o gece…

 

İnsanlar geldi sulbümden,
Üç çocuğum oldu, üçü de ben.
Üç cevaplı bir bilmece…

 

Kendime geldim, kendimden,
Üç tane ben vardı, üçü de sen.
Senden ötesi ‘tek hece’…

 

Tersten bakıp da görünce,
Gerçeğe uyandım sevince…
Bir tek O vardı, bilince,
Gark olup da sevince:

 

Birliği, varlığa neden…

M.R.B.

Etiketler:

Korumalı: Bıçak

Oca 8th, 2020 | Filed under Bence böyle, İnsan, Kişisel, Mecaz
Yorumları görmek için parolanızı girin.

Bu içerik parola ile korunmaktadır. Görmek için lütfen aşağı parolanızı girin:

Etiketler:

Sen ve ben…

Şub 22nd, 2016 | Filed under Ailem, Bence böyle, Şiir
Sen ve ben… için yorumlar kapalı

Bugün Yeddin Oldu

Nis 14th, 2015 | Filed under Kategorilenmemiş
Bugün Yeddin Oldu için yorumlar kapalı

– İlk defa lise yıllarımda ağlaya ağlaya okuduğum bu şiiri, sağlığında anneme de okuma imkanım olmuştu. Ben kendi annemi düşünüp ağlamıştım, o kim bilir neler düşünüp… Sanırım Bahtiyar Vahapzade de bu şiiri göz yaşları içinde yazdı, onlar da bu şiirin bir parçası… Annemin ardından burada yayımlayayım. Bazı kelimelerin ilk geçtikleri yerde renkleri biraz farklıdır, onların üzerine imleci getirirseniz Türkiye Türkçe’si ile karşılığı üzerinde görünür. –

Ne tez ellerini üzdün dünyadan,
Balanı tek goyup hara getdin sen?
Nece yoh olurmuş bir anda insan,
Ele bil dünyada heç yoh imişsen.

Güneş gurup etdi… otag garaldı,
Bir anda yoh oldun sen hayal kimi.
İndi düşünürem: senden ne galdı,
Könlümde hatiran gara hal kimi.

Meni boya başa yetirdin, ana,
Bize borçlu bildik her zaman seni,
Sen meni dünyaya getirdin, ana,
Mense yola saldım dünyadan seni.

Sen mene beşikde laylay çalmışsan
Bugün laylay çalım sene men de mi?
Senin şirin şirin laylaylarını
Men sene gaytarım cenazende mi?

Yuhun şirin olsun” deyirdin mene,
“Yuhun şirin olsun” deyim mi sene?
Gerek men başına dönem dolanam,
Meni hayat üçün yatıran anam.
Söyle ölüm’çün,
Nece yatırım seni men bugün?

Bu nece dünyadır, anlamıram men,
Cilvesi cürbecür, rengi cürbecür
Dünen nefesiyle seni isiden
Bugün buza dönüp, daşa dönüptür.

Bu nece dünyadır
İnsan oğlunun
Hayali göğdedir, özü yerdedir,
Sağ iken çiyninde hayatın yükü,
Ölende cesedi çiyinlerdedir…
Bu nece dünyadır, bu nece dünya,
Ölümü hagigat, hayatı rö’ya.

Derdimin gamımın sendin ortağı.
Niye üz dönderdin, bes niye menden?
“Derdin mene gelsin!” deyerdin ahı.
Niye derd caladın derdime bes sen?…

Anam heçkes seni incitmemişdir.
Men seni, men seni inciden gader.
İndi kime açım derdimi bir bir,
Kim menim derdime yanar sen gader?

Evin her küncünde görünür yerin.
Gözüm ahtarcıdır, ana ay ana,
“Nenem hanı?” deyir körpe Azer’in,
Men ne cevap verim ona, ay ana?

Bilmirem, bilmirem bu ölüm nedir.
Hayat var iken?
Nefesin, ay anam, hele evdedir,
Özün yer altında daşa dönmüşsen.

Bugün yeddin oldu…  Anam yeddi gün,
Bizimle beraber ağlar otaglar.
Sene,
.         yalnız sene,
.                               sene demek’çün
Könlümde ne gader menim sözüm var.

“Kimleri çağırag bugün yeddine?”
Halalar, bacılar soruşur menden.
Anamdan soruşag, o biler deye,
Senin otagına üz tuturam men.

Anam, tapşırıldın ana torpağa,
Bu ölüm, sineme çekdi dağ menim.
Sen menim arhamda benzerdin dağa,
Ele bil arhamdan uçdu dağ menim.

Gızımın adıdır senin öz adın.
Bu da göz dağıdır mene bugün de.
Son defa sen mene bahıp ağladın,
Suretim mezara getdi gözünde…

Ömrü başa vurdun altmış yaşında,
Altmışın üstünde durup yaşın da.
Artıg senin üçün dayanan zaman
Menim’çün dolanır…
Gün olur ahşam
Vaht keçir, sen menden uzaglaşırsan,
Men sene günbegün yahınlaşıram.

                                         Bahtiyar Vahapzade

Etiketler:

YOL UZUN, YOLCULUK GÜZEL

Mar 3rd, 2015 | Filed under Bence böyle, İnsan, Kişisel, Mecaz
YOL UZUN, YOLCULUK GÜZEL için yorumlar kapalı

Belki birinin sırtında, belki birinin heybesinde çıkarsın yola. Gün olur heybesinden çıktığının eline baston olursun, sırtından indiğini sırtında taşırsın. Yolculuğu işte o zaman öğrenirsin, gitmeyi ondan sonra bilirsin. Bir gün bakarsın ki sırtın hamal küfesinden kalabalık olmuş. Sırtındaki yükün bazısı omuzlarını yere sokmak istercesine bastırırken, bazısı sırtını bir dağa yaslamışçasına güç ve güven verir sana. Öyle ya, kambur da sırtta taşınır, kanat da… Devamını oku…

Etiketler:

Raspberry Pi

Aslında yeni bir konu değil. Ancak satışın gerçekleşmesi güncel bir konu olduğundan ben de değinmek istedim.

Raspberry pi, kar amacı gütmeyen bir vakıf tarafından üretilmiş, küçük boyutlu ve çok ucuz bilgisayarın ismi. İki modeli var, biri 25 diğeri 35 dolardan satılıyor. 700MHz ARM işlemciye, 128/256 MB ram’e sahip. USB arabirimi ve ses çıkışı da var. Video kartı ile beraber hem rca hem de hdmi çıkışları entegre edilmiş. Yazılanlara göre full HD bir videoyu problemsiz oynatabiliyor. SD kart okuyucusu ve pahalı(!) versiyonunda ethernet portu bulunuyor. Ucuz versiyonunda da usb üzerinden ağa bağlanabiliyorsunuz.
Yüzey alanı bir kredi kartı kadar olan ve üç farklı linux dağıtımı ile satılan bu bilgisayarı farrnell‘den temin edebilirsiniz. (şu an itibarıyla stok yok).

Tüm özelliklerini kendi sayfasından veya wiki‘den öğrenebilirsiniz. Benim dikkat çekmek istediğim nokta; 16MHz ile çalışan, 2kB ram’e, 32kB flash hafızaya sahip bir arduino 25 euro fiyatla satılırken, yukarıda saydığım özelliklerde bir ‘bilgisayar’ın daha düşük maliyetle elde edilebilir olması. Bu rasperry pi ile çoook projeler yapılır :)

Diğer dikkat çeken nokta ise, elektroniğin gün geçtikçe bir taraftan mikroelektroniğe doğru, diğer taraftan kod yazmaya doğru gitmesi. Bu ikisi arasında kalanlara ihtiyaç her geçen gün azalıyor.

Doktora Aşamaları

Eki 30th, 2011 | Filed under Alıntı, Bilim, Eğitim, Üniversite

Mail kutumu düzenlerken 2009 yılından bir mail dikkatimi çekti. Orjinal hali ile paylaşıyorum:

Before joining PhD:
    * I want to win the Nobel Prize.
    * I want to win the Turing Award.
 
First year of PhD:
     * I want to finish PhD in two years.
    * I want to publish papers only in top tier conferences.
    * I want to make ground-breaking research.
    * I want to win the best PhD Thesis award.
 
Second year of PhD:
    * I want to finish PhD in 5 years.
    * I want a problem.
    * Shall I change my advisor?
 
Third year of PhD:
    * I want a paper; I don’t care which conference.
    * Shall I change my topic?
    * I want to be known as Dr bhOndOO.
 
Fourth year of PhD:
    * I want to finish PhD!
    * My industry-friends have two children by now. When will I get
married?
 
Fifth year of PhD:
    * Why did I come here?
    * Why did I choose this advisor?
    * Why did I choose this topic?
 
Sixth year of PhD:
    * Someone give me a degree!
    * I want to leave this place — for ever.
    * Let me leave.
 
Seventh year of PhD:
    * People call me uncle.
    * She waited and finally married someone else..
    * I don’t want any degree. I just want to live peacefully

Etiketler: ,

Dünyaya açılan pencere

Ağu 18th, 2011 | Filed under Fotoğraf, İnsan, Sivrisinek Saz

Suren Manvelyan isimli Ermeni bir akademisyenin “your beautiful eyes” [bir şarkı sözümüzle benzeştirerek tercüme edersek: ‘ah o güzel gözlerin’ ] ismini verdiği ve çeşitli gözlerin makro çekimlerinden oluşan galerisinden bir kaç resim… Söylenebilecek çok şey geldiğinde akla, sanırım en güzeli hiç bir şey söylememek…

[büyük halleri için resimlere tıklayınız]


Devamını oku…